YERYÜZÜ KİLİSESİNDEN GÖKSEL KİLİSEYE

YERYÜZÜ KİLİSESİNDEN GÖKSEL KİLİSEYE

Uğurcan KOŞDEMİR
24/01/2018

Avrupa’da, 1066 Norman İstilası’ndan itibaren bir mimari üslup meydana gelmeye başlamıştı. 1066’da İngiltere’yi istila eden Normanlar, Normandiya ve başka yerlerde geliştirmiş oldukları mimari üslubu da beraberlerinde getirmişlerdi.  Bu üslup, İngiltere’de Norman üslubu, Avrupa kıtasında ise Roman (Romanesk) üslubu adını almıştı. Bu mimari üslup fetihten sonraki bir yüzyıl boyunca gelişimini devam ettirdi ve böylece XII. yüzyıl ile birlikte Gotik mimarinin temellerini de hazırlamış oldu.

Norman İstilası’ndan önceki kiliselerin günümüze ulaşmış örnekleri pek azdır. Bununla birlikte, Avrupa’da ilk kiliselerin, bazilikaların ve Romalıların mimari düzeni hala görülmekte idi. Plan genellikle aynıydı: Apsise götüren bir orta nef ve orta nefin iki yanında yer alan yan nefler. Bazı mimarlar bu basit planın üzerine oturttukları haç plan (transept) şemasını benimsemişlerdi. Böylelikle koro ve nefin arasından geçen ve ana nefi dikey olarak kesen bir şemayla yeni bir görünüm de elde edilmişti. Meydana gelen  Romanesk mimaride yapılar masif taşıyıcı ayakları, bu taşıyıcılara oturan yuvarlak kemerleri, kalın duvarları, az sayıda pencereleri ve kuleleri ile kalevari bir görünüm sergilemekte idi. Bu görünüm aynı zamanda kütlesel bir güçlülüğü de temsil etmekteydi. Bununla birlikte bu kütlesel güçlülüğü yansıtan taş kümeleri kıyamet vakti karanlık güçlerle savaşacağını ilan ediyor gibiydi; böylelikle Yeryüzü Kilisesi kavramını da layıkıyla taşımaktaydılar.

Tüm bunların yanında bu etkileyici taş kümelerinin üzeri de taş bir tavanla örtülmeliydi; çünkü bazilikalarda kullanılan ahşap tavanlar Romanesk mimarinin yapıları için yeterince görkemli değildi. Bu sorunu aşmak için çok sayıda deneme yapıldı. Öyle ki geniş açıklığa sahip bir nefin üzerini tonozla örtmek pek kolay değildi. Yapılan çok sayıda denemenin ardından, mimarlar güçlü bağlantılara ihtiyaçları olduklarını fark ettiler. Ancak bu şekilde meydana getirilecek olan beşik tonozlar için de büyük taş kütleleri gerekiyordu. Bunun akabinde Norman mimarlar tüm tavanın böylesine ağır olmasına gerek olmadığını fark ettiler. Belirli sayıdaki sağlam kemerlerle aradaki boşluğun aşılması ve kemerlerin arasının da hafif malzemelerle doldurulması yeterliydi. Bunun için de ayaklar arasına çaprazlamasına kemerler atılıp, ortaya çıkan üçgen bölmelerin sonradan doldurulmasının en uygun yol olduğu anlaşıldı. Bu sırada Durham Katedrali’nin mimarı yapının görkemini tamamlamak için yaptığı ilk kaburga tonozların potansiyelinin farkında değildi. Nitekim bu kaburga tonozlar Gotik mimarinin hayat bulmasındaki önemli unsurlardan biri olacaktı.

Bu dönem içerisinde Fransa’daki kiliseler heykeller ile süslenmeye de başlamıştı. Bu dönem yapılarındaki her unsurun bir işlevi vardı ve bu heykellerde kiliselerin öğretilerini yansıtıyordu. Heykeller dönemin masif karakterine uygun olarak ifadesiz bir surat ile katı ve durağan bir görünüş sergiliyorlardı.

Sürekli bir devinim içinde olan Avrupa sanatı kaçınılmaz olarak Romanesk mimariyi de arkasında bırakmıştı. Romanesk mimari henüz XII. yüzyıl sonuna kadar bile varlığını tam olarak koruyamamıştı. Mimarlar kiliselerin üzerini tonozla örtmeyi bile yeni yeni başarmışken Romanesk mimarinin masif yapısına karşıt yeni bir düşünce meydana gelmişti. Bu yeni düşünce kuzey Fransa’da doğmuştu ve Gotik üslup olarak adlandırılıyordu.

Gotik üslup, önceleri teknik bir yenilik olarak tanımlanabilirdi, ancak sonuçları öngörülenin ötesinde oldu. Bu teknik, kiliselerin tavanının çaprazlamasına atılan kemerlerin meydana getirdiği kaburga tonozlarla örtülmesinden ibaret olmayıp, mimarların sürekli olarak geliştirebileceği bir tasarımdı. Öyle ki, kaburga tonozu taşıyacak kadar yeterli ayak var ise ayakların arasında kalan duvarları oluşturan taşlar gereksizdi. Bu durumda taştan yapılmış iskele benzeri bir strüktür ile tüm binayı ayakta tutmak mümkündü. Böylece taştan iskelenin dışında kalan bölmelere de geniş pencereler konulabilirdi. İşte tüm bunlarla beraber mimarların yeni gayesi; o güne dek görülmemiş olan taştan ve camdan oluşan bir yapı inşa etmekti.

Yeni bir gayenin ortaya çıktığı bu dönemde kaburga tonozlar tek başına yeterli değildi. Bu gayeyi gerçekleştirebilmek için kaburga tonozla beraber pek çok teknik yeniliğe de ihtiyaç vardı. Örneğin, Romanesk mimarinin  yuvarlak kemerleri Gotik mimari için uygun değildi. Bununla beraber dönem itibari ile haçlı seferinin de sayesinde Doğu kültüründe iki dairenin birbirine yaklaştırılmasıyla oluşturulmuş gibi görünen yeni bir kemer tekniği fark edilmişti; “sivri kemer”. Böylelikle mimarlar sivri kemer sayesinde hem daha yükseğe çıkabileceklerdi, hem de tavanın yükünü bu kemerler sayesinde doğrudan ayaklara aktarabileceklerdi. Ancak bu da hala yeterli değildi; ayaklara aktarılan yükün hepsi zemine ulaşmıyor, beraberinde dışa doğru bir basınca neden oluyordu. Bunun için tüm yapının ayakta kalmasını sağlayacak güçlü destekler gerekiyordu. Yan nefler için bu sorun payandalar ile çözülebilirdi. Fakat yüksek tavanlı orta nefin, yan nefler üzerinden desteklenebileceği bir çözüm gerekiyordu; böylelikle “uçan payandalar” kullanılmaya başlandı. Mimarlar bu yöntemle yapının taştan, ince strüktürünün üzerindeki basıncı uçan payandalar sayesinde sağlamlığı koruyarak eşit biçimde dağıtıyorlardı. Meydana getirilen tüm bu geometri ve mühendislik oyunları da tüm ilgiyi yapının üzerinde toplayarak insanın gördüğünü çözebilmesi için aklını zorlamasını sağlıyordu.

İç mekan, zarif demet payelerin üzerindeki kaburgalarla örülmüş gibi olup duvarlar da taş kafesler ile bu kafeslerin içindeki vitraylardan meydana gelmekteydi. Mimari strüktür sayesinde taş duvarlar yerine kullanılan vitraylarla iç mekan oldukça aydınlık bir hal almıştı. Artık Romanesk dönemin o karanlık, kasvetli iç mekana sahip kiliseleri yerlerini ışığın hüküm sürdüğü Gotik kiliselere bırakmıştı. Gotik dönem kiliseleri zümrüt ve yakut gibi parıldayan vitraydan duvarlarıyla, ışıksız evlerde yaşayan, iman eden halk için bir cennet tasviri gibiydi.

Gotik kiliselerdeki taş işçiliği Romanesk kiliselere göre gelişmiş durumdadır. Özellikle ilerleyen zamanlarda bir bütün olarak ele alındığında batı cephedeki taş işçiliklerinin dantel gibi işlenmiş olduğu görülür. Heykeller, Romanesk kiliselerdeki heykellerin ifadesiz, durağan ve katı görüntüsünün aksine kendilerine hayat verilmiş gibi hareket halinde olup bakışlarında manalar taşırlar. Bir diğer figüre benzememesine özen gösterilen heykeller böylelikle bir şahsiyet kazanmış gibidirler. Peygamberler, Meryem Ana, azizler, melekler gibi klasikleşmiş figürlerin yanı sıra XIII. yy başlarında ortaya çıkan “gargoyle” adındaki figürler de oldukça ilgi çekicidir. Gargoyleler çeşitli hayali hayvanlar, insanlar, yarı hayvan-yarı insan formundaki figürlerden oluşan çörtenlerdir. Latince gırtlak, yutak anlamına gelen “gurgolio” kelimesinden türetilmiştir. Bu isimlendirme gargoylenin asıl işlevi olan su tahliyesi görevini tanımlar niteliktedir; yağmur suyu  gargoylenin boğazından geçip ağzından dökülür. Su tahliyesi görevi olmayanlara da “grotesk” denir. Bugüne dek görülmemiş bu figürler, heykeltraşlar için dönemin oldukça serbest bir çalışma ortamı sunduğunun kanıtı gibidirler. Bu serbest çalışma ortamı heykeltraşların hayal güçlerini, maddesel olan taşlarda somutlaştırma fırsatını sunmuştur.

Gotik mimarinin tüm bu sivri ve keskin hatlarının karşısında yuvarlak hatlarıyla duran gül pencereler oldukça dikkat çekicidir. Bu düzen bozan karşıtlığın imgesel yahut maddesel bir anlamı var mıdır bilinmez, ancak “gül pencere” ismiyle Fransızlar için büyük önem arz eden Meryem Ana’ya atıfta bulunduğu düşünülebilir.

İşte bir Gotik kilise tüm bu özellikleriyle maddesel alemin ötesindeki alemden iman eden kişiye bir ayna tutar gibiydi ve bununla beraber yüksekçe boyutlu kuleleriyle “Göksel Kilise” kavramını tamamlamış oluyordu.



                      


KAYNAKÇA
  • GOMBRICH, Ernst Hans, Sanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2015.

Bu blogdaki popüler yayınlar

AVRUPA'DA KAROLENJ HANEDANLIĞI VE DÖNEM SANATI

HRİSTİYAN SANATINDA İMGE VE TASVİR